KORONALI GÜNLERDEN ANILARA-1
16 Mart 2020 yaşamımın en uzun eve kapanma günlerinin başlangıç tarihi. O tarihte başladı ve devam ediyor. Koronavirüs salgını nedeniyle okulların tatil edilmesi ve evlere kapanmamız, önceleri eğlenceli gibi geldi. Zamanla artan bulaşma ve ölüm haberleri ile birlikte tedirginliğimiz de artmaya başladı. Virüse karşı savunmasız olduğumuzu, evde kalmanın da virüs’e karşı karşı en iyi savunma olduğunu anladık.
Eve kapanıp kendimiz ve düşüncelerimizle baş başa kalınca unuttuğumuz, yaşamın hareketi içinde farkına varmadığımız, bazılarını da bilerek, isteyerek zihnimizin bir tarafına gizlediğimiz bir sürü şeyin de yok olmadığını fark ettik. Bazılarıyla yüzleşmek durumunda kaldık. Trafik ve şehir gürültüsünün azalmasıyla, daha önce farkında olmadığımız bir çok sesi duymaya başladık. Rüzgarın uğultusu, çocuk sesleri, farklı kuş sesleri, ayakta son kalan gecekondulardan gelen ördek, kaz ve horoz sesleri kulağımıza ulaşmaya başladı. Unuttuğumuz köy yaşamını hatırlar olduk.
Önceleri fazla hissetmediğimiz ağrıları da fark etmeye başlıyoruz. Sırt, boyun, eklem ve omuz ağrıları gibi. Hele sağ omzumdaki kireçlenmeden kaynaklanan ağrı, gece uykularımı böler olunca taa çocukluğuma gittim. Sağ kolumu yoğun olarak kullanmaya başladığım ve ilk omuz ağrılarımı yaşadığım günlere. O günlere ait anılar sökün etmeye başladı zihnime.
O günler zor günlerdi. Yokluk ve yoksulluk günleriydi. Görüntüler oluşuyor gözümde; yokluğun görüntüleri. 8-9 yaşında çalışmak zorunda kalışımız, ilkokul önlüğümüzün yoksulluğumuzu örten siyah bir örtüye dönüşmesi. Sabahın köründe gittiğim okulda, hademelerin kalaylı bakır kazanlarda Amerikan süt tozundan süt yapması. Sınıftaki kömür sobasını yakarken hademeye yardım edişim. Okulun uzun koridorunu bir uçtan bir uca paspas yapmam. Hepsi film izler gibi gözlerimin önüne geliyor.
Önceleri fazla hissetmediğimiz ağrıları da fark etmeye başlıyoruz. Sırt, boyun, eklem ve omuz ağrıları gibi. Hele sağ omzumdaki kireçlenmeden kaynaklanan ağrı, gece uykularımı böler olunca taa çocukluğuma gittim. Sağ kolumu yoğun olarak kullanmaya başladığım ve ilk omuz ağrılarımı yaşadığım günlere. O günlere ait anılar sökün etmeye başladı zihnime.
O günler zor günlerdi. Yokluk ve yoksulluk günleriydi. Görüntüler oluşuyor gözümde; yokluğun görüntüleri. 8-9 yaşında çalışmak zorunda kalışımız, ilkokul önlüğümüzün yoksulluğumuzu örten siyah bir örtüye dönüşmesi. Sabahın köründe gittiğim okulda, hademelerin kalaylı bakır kazanlarda Amerikan süt tozundan süt yapması. Sınıftaki kömür sobasını yakarken hademeye yardım edişim. Okulun uzun koridorunu bir uçtan bir uca paspas yapmam. Hepsi film izler gibi gözlerimin önüne geliyor.
İlkokulun yarım gün olduğu o günlerde, cebimizde 3-5 kuruş olması için, şöyle ya da böyle bir şeyler yapmak zorunda idik. Sokakta bulduğumuz çoğu şey paraydı bizim için. Zerdali çekirdeği, cam kırıkları, alüminyum ilaç tüpleri, demir ve bakır parçaları, plastikler gibi atıklar. Mahalle arasında el arabaları ile bağırarak dolaşan eskicilere bunları verir, karşılığında ise ya para ya da kuru yemiş alırdık. Demir yolu, şehri güney ve kuzey olarak, aynı zamanda yoksul ve zengin olarak da ikiye ayırıyordu. Bu durum halen öyledir. O demir yolu hatları, oyun alanımız idi bizim. Rayların üzerine beş kuruş, on kuruş koyar üzerinden tren geçmesini beklerdik. Tren geçtikten sonra paranın ezildiğini görüp, ne kadar da büyüdüğünü şaşkınlıkla izlerdik. Tren yolu bizim için oyun alanı demiştim. Demir yolu, ben ve mahalle arkadaşlarım için aynı zamanda para kazanmak demekti. Lokomotiflerin buhar kazanları linyit kömürü ile ısıtılıyordu. Yarım yanmış, koka dönüşmüş linyit kömürü parçaları dökülürdü lokomotiflerden. Bize de bu kömürleri toplamak kalırdı. O zamanlar mahalle aralarında demirciler, dökümcüler vardı. Topladığımız kömürleri onlara kilo ile satardık.
İlkokul 3. sınıfta idim. Yaz tatiline girmiştik. Bir akşam abim: “Yarın sabah hazır ol. Benle beraber geleceksin.” dedi. “Tamam.” dedim. Sabah ezanı okunurken abim ile yola düştük. Üşümüştüm. Bizim oralar yazları sıcaktır ama güneş doğmaya yakın hava, insanı üşütecek kadar serin olur. Abim ile 10-15 dakikalık bir yürüyüşten sonra uzun, boş bir alana geldik. Birisi diğerlerinden daha yaşlı üç kişi vardı. Meydanın bir ucunda üç ayaklı metal bir aygıt, üst kısmının ortasında bir kol ve kolun çevirdiği dişli sistemi vardı. Ön tarafında da tam ortada, bir mile bağlı iri bir halka görünüyordu. Ayrıca aralıklı üç halka daha yer alıyordu ön tarafta. Kol çevrildiğinde hepsi birlikte bir yöne dönüyordu. Bana kolu elimle tutturarak: “Biz sana dur diyene kadar bu kolu durmadan çevireceksin.” dedi yaşlı olan.
Abim ve diğer 2 kişi daha, ellerine ilerideki çuvaldan kocaman birer ip topu aldılar. Sonra iplerin ucunu aygıtın önündeki halkalara bağladılar. Bana işaret ettiklerinde kolu çevirmeye başladım. İşçiler ellerindeki yumağı yavaş yavaş çözerek geriye doğru gitmeye başladılar. Kol çevrildikçe iplerin bağlı olduğu halkalar dönüyor, 3 tane ayrı ip ayrı ayrı kendi üzerine kıvrılıyordu. Ellerindeki yumağın sargısını çözerek geriye doğru yürüyorlardı. Yumağın sargısı bitene kadar elleriyle kontrollü olarak belli bir gerginlikte yürümeye devam ettiler. İpin sonuna ulaştıklarında bana kolu çevirmeyi bıraktırdılar. Makinanın yanında bekleyen yaşlı usta, ayrı halkalara bağlı üç ayrı ipin ucunu çözerek hepsini birden göbekteki tek halkaya bağladı. Eliyle üç ipi bir arada tutuyordu. Bana, kolu bu sefer ters tarafa çevirmemi söyledi. Ben kolu ters tarafa çevirdikçe, göbekteki 3 ip birbirlerinin üzerine sarılarak daha kalın tek bir halata dönüşüyordu. Usta, eliyle kontrol ederek, ipin sonunda bekleyen 3 kişinin yanına kadar ipleri birleştirerek yürüdü. Sonunda tek bir halat ortaya çıkmıştı. İplerin birbiri üzerine sarılarak oluşturduğu halatı sardı. Yuvarlak kangal haline getirdi ve bir yere topladı. işçiler, ellerine yeniden birer tane yumak aldı ve bu iş akşam, hava kararana kadar devam etti.
Bir haftalık çalışma sonunda 2 buçuk lira haftalık almıştım. Hafta boyu dişli çarkın kolunu biteviye çeviren kolum, nihayet pazar günü tatile girdi. Mahallede, toprak futbol sahasının yanında kiralık bisikletler vardı. Pazar günü, oradaki üç tekerlekli bisiklete binerek tüm paramı harcamıştım. Yaz boyu çalıştım. O kolu çevirirken zaman öyle uzardı ki. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi. Sonra bir yol buldum. Çevirirken gözlerimi kapatıyor hayallere dalıyordum. Böylece zaman daha çabuk geçiyor gibiydi. Zaman konusuna çözüm bulmuştum ama, kolumun ve omuzumun ağrısına çözüm yoktu.
Koronalı günlerin hatırlattığı bu anımı yazıya dökerken, mesleğin devam edip etmediğini araştırdım. Voice Of America yani Amerika’nın Sesi, o yörede halen bu işi yapan birilerini bulup video çekimini yapmış. Benzer şekilde bu işi yapan birilerinin olduğunu, hala bu işte çocukların da çalıştığını, çocukluğunu bu meslekte harcamış olanların bulunduğunu öğreniyorum bu video yoluyla.
Hayatımda en çok üzüntü duyduğum konulardan biri çocukların çalıştırılması, diğeri de yük taşıma işinde çalıştırılmaları idi. Hem çocukların, hem de hayvanların sırtlayamayacakları ağır yük altında şiddet uygulanarak çalıştırılmalarına çok şahit oldum geçmişte. Çok acı duyardım. Bu yüzden 90’lı yıllarda bu ilde, şehir içi taşımacılıkta hayvan kullanılmasının yasaklanması beni çok mutlu etmişti.
Umarım günün birinde hiç bir çocuğun çalıştırılmadığı ve hayvanlara yük vurulmadığı bir dünyayı görme şansımız olur.




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder